14 Ekim 2009 Çarşamba

Morocco Chronicles-1



Önsöz: Bu yazıyı Haziran sonunda Fas'tayken yazmıştım. Kısmet burayaymış:0)

eweeeet....
çeşme'de geçen çılgın elbisemle katıldığım ve seher & kayhan'ın gayrimeşru çocukları olmaktan çıktığım düğünün arından soluğu tabiiiki de paparazzi'de alıyoruz. sezler'le 3-5 oynadıktan sonra onları uğurluyor ve çimlerde emre'nin şahane danslarıyla geceye devam ediyoruz.

saat 4'te yatıp, 5'e 10 kala babam tarafından hunharca uyandırılsam da, 15dk daha uyumayı başarıp saat 5:18 civarı arabaya atlıyorum. saat 6:15'te gaziemir havalanında benden daha uykulu propercar elemanına arabayı teslim ettikten sonra havalanına giriyorum. check-in, tuvalet, muhabbet derken aslı'yla geldiğimiz aynı uçakta, aynı hosteslere slm vererek, aynı koltuklara oturuyoruz.

boyozları yedikten sonra yola koyuluyoruz. erkan 3500m'deymiş, o neki biz 7500m'ye yükseldik diye dalgamızı da geçerek atatürk havalimanına varıyoruz. arabaya binip, gişede takılıyoruz. niye? çünkü backup kartımı unutmuşum:0) sağolsun her derde deva backup numaramı veriyor, o da yanlış çıkıyor. sırada bekleyenlerden kendim ve ailem adına edilen küfürleri takmayarak çıkıyorum sıradan. sonra doğru numarayı alıp tekrar giriyorum. böylece de 88ytl'lik otopark parasından sıyırıyorum.

direk evlere dağılıyoruz. uykusuzluğun ve 35derece havanın verdiği uyuşuklukla bavulumu hazırlıorum. bir de önceki geceden kalma topuzumu açıp banyoya giriyorum.
saat 14:00 itibariyle tekrar yola koyuluyorum. anadolu yakası çöl havasında. avrupa yakası bulutlu. uzakta düşen yıldırımlar görüyorum.... sonra birden ısı 19dereceye düşüyor, önce sağanak ve sonra dolu yağmaya başlıyor. allahım diyorum kamera şakası falan mı bu? neyseki havalanına yaklaşınca hava duruluyor.

bagajı jelatine sardırıp, check-in'e yöneliyorum. sanki havalanından hiç ayrılmamış gibiyim... deskteki hatuna soruyorum, diyorum bana sadece casablanca bileti verdin, bavulu da orada alacak mıyım? biliyosun normalde ben tangier'e gidiyorum. ewet diyor, maalesef bileti kesemiyorum, bavulu da oradan alacaksın eğerki döndüğümde hatun oradaysa, kafasını kıracağım....

uçuş güzeldi, 5saat sürmesine rağmen indirin beni diye tutturmadım. arasıra uyudum. yan koltuklarım boştu, ama kemeri açamadığım için kendi koltuğumda sıkıştım kaldım. tek dezavantajı ilk bindiğimde yerimde oturduğu için kaldırıp karşı cam kenarına gönderdiğim arkadaşın arasıra aleni olarak beni kesmesiydi. ama önemli değil, zira beyaz ırk olunca burdaki ilgi baya artıyor. allahtanki biraz bronzum şu sıralar.

dağıtılan yemekler arasından bir tek köfteyi anlayıp açlıktan bol tuzlayıp tadını anlamamayı umarak yedim. o da tuzu son görüşüm oldu zaten.

sonraaa casablanca'ya sağsalim indik ve kabus başladı. saf pasaport memuru, benim saçımı neden boyattığıma takınca, pasaporta kaşeyi basmayı unuttu. bunun üzerine gümrük polisi beni ülkeye sokmadı. sonra geri döndüm, allahtanki aynı adam ordaydı, aa basmamış mıyım diye söylenerek kaşeyi bastı. istanbul'daki kadının direktifi üzerine bavulumu almaya gittim. önce tam ters taraftaki konveyöre yürümüşüm. sorun değil. beraberimde benden ddaha saf bir bayan ve 2 kızı da vardı. sağolsun yön sorduğumuz memur çok ilgiliydi, doğru konveyörü tarif etmekle kalmadı, oraya kadar beraber geldi.

bekle bekle bavulum gelmedi... bana yardım eden adama gidip kayıp olduğunu bildirdim. istanbul'dan melike ve acente görevilisiyle telefon trafiği yaşadım bir seri.
içimde benim değil ama bavululn en azından transit geçtiğinin umuduyla uçağa en yakın kapnın yanındaki masada uyudum. hatta uyumadım bayıldım. arada bir kafamı kaldırıp allaaam kabus mu bu diye sordum. cevap gelmedi, kafayı geri vurdum.

sonunda tanger uçağına bindim. yanımdaki kavruk pembe tshirtli, sol kulağında küpeli, bir hayli modern görünümlü fas delikanlısına dedimki akıllı ol, ipod'unu kalkışta kapat. tamam tamam dedi kapattı. gözümü bir sonraki sefer inişte açtım, yine çocuğa terslendim kapa şu mereti diye. allahtan insaflıymış, bütün terbiyesiyle sessizce dediğimi yaptı.

uçak yavaşça indi, bavuluma kavuştum, mohamed'in taksisine atladım ve otele geldim. otelin her yeri tarih kokuyor. öyleki duvarlara kapladıkları kumaşların toz kokusundan koridorda yürümekte zorlanıyorsun. ama olsun. temiz bir banyo ve temiz bir yatak herşeyi unutturdu.. saat 2'de tekrar uykuya geçtim.

7'de uyandım, duşun ardından kahvaltıya indim. fas'a gelirken peynir getirmeyi unutmamak lazım. zira adamlar kahvaltıda sadece peynirimsi birşey,zeytin,yımırta, bol meyve ve kurvasan yiyorlar. yımırtaya kokusundan dolayı hiç bulamadım. hani bunun salatalığı, domates peyniri diyor insan.


omar'cım beni otelden aldı ve beraber fabrikaya geldik. fabrika ayrı bir alem. gördüğüm görebileceğim en büyük delphi fabrikası sanırım. serbest bölge adını koydukları çölün ortasına kurulmuş. ege serbest bölgeyle karşılatırınca anladımki, bölge içn yer seçerken coğrafı ve iklimsel özellikleri dikkate alıyorlar.çook saçma.

insanlar sıcakkanlı, çoğu güzel ingilizce ve fransızca konuşuyor. arapça ve fransızca resmi dilleri. bütün tabelalar hem arapça hem fransızca. ilkokulda fransızcayı zorunlu öğreniyorlar. sonrasnda da ingilizce, ispanyolca veya almanca dilelrinden birini seçip öğreniyorlar.

fabrika yine bizdekinden farklı olarak çok sessiz, mühendisler de önlük giyiyorlar ve de hiç kimse üretim gözlüğü kullanmıyor. şaştım kaldım. söylediklerine göre şu ana kadar gözlüğü gerektirecek hiçbir kaza yaşanmamış. kültür değişince kazar tipleri de değişiyor heral.

ilk günü klima çarpması kaynaklı sinüzit krizi ve açlıktan kelli mide spazmıyla geçirdiğim için pek birşey hatırlamıyorum. 4 gibi çıkıp otele gittim, amacım hemmen uyumaktı. fakat temizlikçi hatunlar rahat bırakmadılar. kapıya DND kartı asmıştım, emin olamamışlar, telefonla odada mısınız diye sordu. ewet dedim, kapadım. sonra kapı çaldı. aynı teyze gelmiş, odayı temizlemeye geldik dedi. bugün git yarın gel dedim. o fransızca ben ingilizce gayet güzel anlaştık sanıyorum ki kafasını çevirip gitti.

bu sırada bilekberim çekmeye başladı ve tam 24saat sonra msn ve facebook'a bağlandım. öle bir çılgınlık yaşadım ki tcell'den gelen 30mb'dır internet kullanıyorsunuz, 10tanesi 10ytl dikkat edin mesajıyla kendime geldim.

sonra uyudum. gece uyanıp craig ve omar'a özür dilerim bu gece size katılmayacağım mesajlarımı attıktan sonra oda servisinden garip kokan bi tavuk ve meyve sepeti sipariş ettim. meyveleri yedim, tavuğu bıraktım. daha önceden izlediğim arapça alt yazılı bir vampir filmiylen uykuya geri döndüm.

ertesi gün yine reçel ve ekmekle craig eşliğinde kahvaltı yaptım ve yanımıza nick'i de alarak fabrikaya yola çıktık. o gün ilk defa bayanlar tuvaletinde tuvalet kağıdına rastladım. beni tanıyanlar sevincimi anlayacaktır. inanır mısnız ilk gün fabrikada hiç tuvalete giremedim!!!! 2. gün de fabrika bazında olaysız geçti.öğle yemeğinde koccaman hamburger ekmeği içine konmuş dananın neresinden çıktığını bilmediğim et parçalarını yedim,tabiki ekmeği bıraktım.
fabrikadan 1 saat gecikmeli çıkıp otele döndük. yarım saat uyuduktan sonra akşam yemeği için omar bizi aldı, deniz kenarındaki yolu takip ederek 13km ötedeki ispanya'ya el salladık. abicim, statümde o vakit dediğim gibi kassam yüzerek giderdim burdan oraya. atla deve değil yani.

akşam yemeğinde paulot şiş yedim.inglizler bira olmamasına bozuldular ama ben tanıdık tat olan kolayı kana kana içiyordum bu sırada. yemek yerken saat zaten 10küsur olmuştu, bu yüzden fazla oyalanmadan otele geri döndük. tahmin edebileceğiniz gibi craig ve nick'le otelin avlusunda oturduk. bi süre onların çoluk çocuk ve ebeveyn olmanın zorlukları üzerine hikayelerini dinledim.

3. günde sabah boşu boşuna kahvaltıya inmedim.odamdaki meyveler ve yanımda getirdiğim grissinilerle karnımı doyurdum. bu arada midem hala türkiye'ye göre çalıştığı için kuşluk vakti de bisküvi yedim paso. şansma yemekte köfte patates vardı. ilk defa bugün yemek kokusundan rahatsızlık duymadım. oley! ama yanında yiyecek sadece yoğurt olamadığı için yine ağzımın tadını pek bulamadım....

(to be continued...)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder